Zarif Zamanların Kıyısında

Etiketler

, , , , ,

64950419595469562_eyE8t5yy_c

Nezaket, zarafet, sadelik
Olağan görünüm altında yatan gizli üstünlük…
O kadar doğru bir söz ki, cesaretle söylenmesine gerek yok…
O kadar dokunaklı bir olay ki, güzel olmasına gerek yok…
O kadar gerçek ki, sahici olmasına gerek yok…
Bilgiden çok anlayış…
İfade dolu bir sessizlik…
Kendini kanıtlama gereği duymayan alçakgönüllülük…
Zarif bir basitlik…
Büyük bir ruhsal rahatlık ama pasiflik değil…
Hâkimiyet peşinde olmayan otorite…
Elde edilemeyen ancak keşfedilen…
Bilgilerden geçip basitliğe varmış..

Şibumi

Ertelemenin Esaretinde

Etiketler

, , , ,

01.01.2014 tarihli X’in günlüğünden kısa bir not:

“2014 yılı hayatımın önemli bir yılı olacak biliyorum. Geçen yıl iş yoğunluğundan ihmal ettiğim sağlığım ciddi sinyaller verdi ve bu benim için önemli bir ders oldu. Eşimle hayalini kurduğumuz İtalya tatili çeşitli sebeplerden dolayı suya düştü. Son 3 yıldır başlayacağıma kendi kendime söz verdiğim keman kursuna, çocuklarıma vakit ayırmak için 2013’de de başlayamadım. Ancak bu yıl her şey çok farklı olacak…”

Bu nota dair ilginç olan nokta şu ki bu kişi 2013’e girerken de muhtemelen aynı şeyleri düşünüyordu. Yıllardır yapmak isteyip yapamadıklarını yeni yılda yapacaktı, yaşam tarzında önemli değişikler gerçekleştirecek, sosyal hayatını daha renklendirecek, yıllardır savaştığı bir takım korkularından kurtulacak, harcamalarında daha akıllı davranacaktı.

9 gün sonra bizler de 2013’e merhaba diyeceğiz ve pek çoğumuzun yeni yıla ilişkin kararları şimdiden zihinlerimizde şekillenmeye başladı. Bazılarını belki şimdilik kendimize saklıyoruz, bazılarını çevremizdekilerle paylaştık bile. Ancak bu kararları gerçekten hayata geçirmek istiyorsak ve o günlüğü yazanın durumuna düşmek  istemiyorsak tanımamız gereken biri ya da kavramamız gereken bir süreç var: Sevimli bir şeytan edasıyla kulağımıza “Bugün değişim için iyi bir gün değil” diye fısıldayıp her seferinde harekete geçmemizi engelleyen içimizdeki erteleme ……. ve onun çalışma şekli. Boşluğu nasıl isterseniz doldurabilirsiniz. Sizin hayal dünyanıza kalmış. Zira burada önemli olan niyetimizle harekete geçme arasındaki boşluk olarak tanımlanan ertelemelerin aslında bir nevi intihar olduğunun bilincine varabilmek. İntihar kelimesi burada biraz ağır gelebilir ancak doktordan duyacağı kötü bir haberden kaçınmak adına kontrole gitmeyi ileri tarihlere erteleyen ve sırf bu ihmalden dolayı hastalığını geri dönülmez bir noktaya getirip yaşamını yitiren bir tanıdığım bu tanımı kullanmama neden oluyor.

DePaul Universitesi’nden Joseph Ferrari, aslında neredeyse hepimizin günlük yaşamlarımızda erteleme davranışını gösterdiğimizi ancak insanların yaklaşık yüzde 20’sinin kendilerini kronik olarak erteleyenler sınıfına koyduklarını belirtiyor. Ferrari, bu oranın 1978’de yapılan araştırmalarda yüzde 5 oranında seyrettiğini de ekliyor.

article-new_ds-photo_getty_article_152_117_86799856_XS

Yarın Daha Zeki Olacağım!

Kronik erteleme davranışı gösteren bir kişi dışarı çıkmadan iki saat önce hazırlanmaya başlasa bile gideceği yere geç kalıyor, yapması gereken işleri bir türlü zamanında bitiremiyor, doktordan randevu almak için zamanı olmuyor, cebinde parası olduğu halde kredi kartı borcunu ödemiyor, araması gereken kişiyi aramamak için türlü bahaneler buluyor, her Pazartesi diyete “sözde başlıyor” ama uygulamada başlamıyor, spora gidiyor ancak kısa bir süre sonra bırakıyor, masasından gönderilmeyi bekleyen bir paket aylarca orada tozlanıyor, raporu yazmak için bir haftası varken son gece bilgisayarının başına geçiyor. Bunların yanında tüm erteleme davranışları için de çok makul ve sosyal yaşamda kabul gören sebepler bulmayı başararak kendisini rahatsız eden suçluluk duygusundan kurtulmaya çalışıyor. Nasıl mı? Yapması gereken yapamamıştır çünkü o hastadır, konsantre olamamıştır, tam işe oturacağı sırada başka acil bir işi çıkmıştır, kendini iyi hissetmiyordur, hava kötüdür, ertesi gün daha işini iyi yapacağını düşünüyordur.  Ancak hiç birimiz sadece bir günde daha zeki, daha stratejik veya daha iyi problem çözenler sınıfına terfi edemeyiz.

Hep O AT’ın Yüzünden!

Bahaneler rasyoneldir ancak ertelemenin altında yatan en önemli nedenler arasında duygular yer alır. Bir şeyi yapmayı erteleyerek aslında o anda işi yapmanın bizde uyandırdığı olumsuz hislerden kaçıyoruzdur. Birini ararken duyduğumuz çekince, endişe ya da korku o aramayı yapmamızı engelleyebilir.

Akşam eve yanımızda taşıdığımız ve bizde sıkıntı uyandıran raporu bitirecekken kendimizi internette twitter mesajlarına gömülmüş bir halde buluruz. Tam twitter mesajlarından kurtulmuşken kahve içmeye yönelir ardından da hiç de acil olmayan telefon görüşmeleri yaparız. Sabah ofise gittiğimizde teslim edilmesi gereken raporu bitirmemiş olmanın stresi katlanmıştır. Suçluluk duygusu ile kendimize duyduğumuz kızgınlık birbirine karışmıştır. İşin kötüsü o rapor gittikçe gözümüzde daha da üstesinden gelmesi zor bir hale gelmiştir.

horse-rider

İnsanlığın ilk dönemlerinde zorlu yaşam koşullarında verilen anlık kararlar ve hareketler hayati idi. Uzun veya orta vadeli değil kısa vadeli düşünce sistemi geçerliydi. İnsanoğlunun gelişiminin süregeldiği o uzun zaman çizgisi beyinlerimizi bu anlamda geliştirmiş olabilir. Ancak modern yaşam anlık zevklerden uzaklaşmayı ve gerekirse daha az zevk alarak ya da o an zorlanarak rahatlık hissini daha sonraki zamana yaymayı gerektiriyor. Bu mücadeleye iyi bir örnek Freud’un at ve binici örneğidir. Freud’a göre zihnin en ilkel ve zevk arayıcı bölümü olan id ata benzer. Haz ilkesine göre hareket eden id, “şimdi” der; kısıtlama ve kurallardan hoşlanmaz; acıdan kaçınır. Mantık göz ardı edilir. Zihnin gerçeklik ilkesine göre hareket eden bölümü ego ise binicidir. Atın vahşi doğasını kontrollü bir şekilde yönetmek durumundadır. Binici ne kadar soğukkanlı ve rasyonel olursa atın enerjisinden o derece iyi faydalanır ve yürüyen bir kişiye göre çok daha güçlü bir konumda olur. Sonuç olarak kaliteli bir yaşam metaforik anlatımla at binmesini iyi bilenler, atına ustalıkla liderlik edenlerce sürdürülebilir.

Başarıdan Korkuyormuşum…

Erteleme davranışını ile bağlantılı bir başka boyut ise başarı kavramı. Kişiler ulaşmak istedikleri hedefleri belirleyip, planlar yapıyor ve hatta görünür bir takım girişimlerde bulunuyor olsalar da farkında bile olmadan kendi kendilerini sabote edebiliyorlar. Uzmanlar bu durumun ardında başarısızlık korkusunun yattığını söylüyorlar. Araştırmacılar erteleyici bireylerin genellikle yüksek başarı beklentisi olan ve otoriter ebeveynlerce yetiştirildiğini tespit etmişler. Bu tarz ailelerde yetiştirilen çocukların büyüdüklerinde başarısız olma ihtimali olan durumlardan kaçınma ve bu tarz işlerini erteleme eğilimi gösterdikleri görülmüş.

Şaşırtıcı biçimde başarı korkusunun da kişilerin kendi önünde görünmez engeller oluşturduğuna dair işaretler mevcut. Ulaştıkları başarı seviyesine bir daha ulaşamama, sürdürememe ve kendisinden beklenen yeni üretimleri gerçekleştirememenin verdiği kaygı ile kişiler erteleme davranışına sığınıyorlar. Özetle  kabul gören bahanelerle oyun meydanını terk ediyorlar.

Geç Kalmam Sana Kızdığımdan…

Bir başka tip erteleme davranışı da sıklıkla geç kalmalar olarak gösteriliyor. Klinik psikologlar işe ya da belli yerlere sürekli geç kalmaların altında  ya da söz verip sözlerini yerine getirilmemelerinde pasif saldırgan olarak nitelendirilebilecek bir durumun yattığını bildiriyorlar. Tekrarlanan geç kalmalarla kronik erteleyenler otorite olarak kabul etmek zorunda oldukları ancak bir şekilde içselleştiremediği –kızgınlık duyduğu, haksızlığa uğradığını hissettiği, duygularını ifade edemediği, baskı gördüğünü düşündüğü – kişileri tahrik ederek kendilerini rahatlatıyorlar. Diğerlerinin gereksiz ve yersiz talepleri, faydasız olarak nitelendirilen istekler de kişileri erteleme davranışına itiyor.

Sonuç olarak biyolojik, psikolojik, sosyal ve kültürel sebeplerden kaynaklanan ve bu yazıda önde gelen sebeplerine yer verilen kronik erteleme daha iyi bir yaşam için üstesinden gelinmesi gereken bir durum. Bu duruma yönelik neler yapabileceğimizi yeni yıla girmeden bir sonraki yazıda bulabileceksiniz.

Yazan: Özlem Duygu Çil

Kaynaklar:

Plotnik, S. (2009), Psikolojiye Giriş, Kaknüs Psikoloji

http://www.newyorker.com/arts/critics/books/2010/10/11/101011crbo_books_surowiecki?currentPage=all

http://procrastinationreformer.wordpress.com/

http://www.psychologytoday.com/blog/the-procrastination-equation

http://www.psychologytoday.com/blog/science-and-sensibility

Bir İstanbullu Dünyada Nasıl Algılanır?

Etiketler

, , , ,

sin-city-dress*Yazı Ağustos 2010 tarihinde Arkitera için hazırlanmıştır.

Günümüzde marka olmak, dünya üzerinde adeta var olmakla eşdeğer görülüyor. Küreselleşme ile birlikte gelinen sonuç dünyanın tek bir pazar haline dönüşmesi. Pazar yerinde sunulanlar ise sadece elle tutulur ürünler değil kültür ve fikir gibi soyut olan yaratımlar. Yönetimlerin şeffaflaşması, teknolojinin ilerlemesi, ulaşımda sağlanan kolaylıklar, medya ve internetin gücü ile bilginin akışkanlığının ve hızının artması tüm taşları yerinden oynattı. Birer global oyuncu olarak – bu oyuncu şehir, ülke, kuruluş ve hatta birey olabilir – bu gerçekle yaşamayı öğrenmemiz gerekiyor. Ne kadar değerli bir insan olduğunuz markanızla ilişkilendirilirken, yaşadığınız ülkenin markalaşması farklı ülkelere seyahat ettiğinizde diğer insanların size olan yaklaşımlarını etkiliyor. Algıların yönetimi olarak da nitelendirilebilen ve sosyal, ekonomik, kültürel süreçleri de içine alan, bütünsel bir yaklaşım olan markalaşmayı şehir özelinde ele alırsak, şehrinizin markalaşma başarısı ekonomik durumunuza doğrudan etki edebiliyor. Çünkü güçlü bir şehir daha fazla ziyaretçi, yatırımcı, gelir, yetenekli çalışan, girişimci, tüketici, uluslararası medyanın saygısı, dünyanın dikkatini üzerine çeken kültürel ve sportif olaylar, yatırımların (gayrimenkul, altyapı…vb. gibi) getirilerinin yüksek olması anlamına da geliyor. Cazibe merkezi oldukça hızlanarak artan bir ivme ile zenginleşme söz konusu oluyor. Bu pozitif döngü başarıya başarı, refaha refah, üne ün katıyor.

O Diyarda Benim için Ne Var?

Markalaşma şehir ve ülke bazında ele alındığında daha da dikkat çekici bir hal alıyor. Söz konusu olan bölgelerin markalaşması hükümet, pazarlama ya da halkla ilişkiler uzmanları tarafından değil kamuoyu aracılığıyla oluyor. Günümüzün hızlı dünyasında yaşadığımız bölge dışındaki yerler hakkında bilgilenmek için fazla zamanımız yok. Tüm algılarımızı ve vereceğimiz kararları birkaç klişe yönlendiriyor.

Dünyadaki çoğu insan için İsviçre zenginlik, Japonya teknoloji, Rio de Janerio karnaval ve futbol, Afrika ülkeleri fakirlik ve açlık, savaş ve hastalık anlamına geliyor.

İşin ilginç yanı bu kalıpların doğru olup olmadığı, ne kadar bütüne dair bilgiyi barındırdığı da fark etmiyor. Oluşan yargıları değiştirmek yeni bir algı yaratmaktan çok daha fazla efor gerektiriyor. Çünkü kalıplar zamana ve değişime güçlü bir şekilde karşı koyuyor. Ülke veya şehir olarak pozitif bir algı yaratmayı başarmışsanız ve marka değeriniz yüksekse küresel sahnede işler tıkır tıkır yürüyor.

Geldiğiniz yerin kartviziti sizden önce yola çıkıyor. Örneğin dünya liderleri pazarında Iraklı ve İsveçli yöneticileri bir düşünelim. Hangisinin küresel ölçekte kendisini kabul ettirmesi kolay olur? Örneğe Kanadalı ve Bangladeşli ihracatçılar tarafından bakarsak hangisinin malını kolaylıkla pazarlaması mümkün olacaktır?

13_constantinopleFotoğraf: Rainer Stratmann

Ah İstanbul!

Tüm bunlar ülkemiz ve hatta adı Türkiye’den bile önde giden medeniyetler şehri İstanbul için ne anlama geliyor? En basit şekilde küresel sahnede güçlenmek ve görünür olmak için çok çalışmamız gereğine işaret ediyor. Ulusların ve şehirlerin markalaşması konusunda uzman olan ve dünyada 40’dan fazla ülkenin hükümetlerine danışmanlık yapmış olan Simon Anholt 2005 yılında uluslararası düzeyde 3 büyük anket çalışmasını başlattı. Bu çalışmalar sırasıyla Anholt Ülke Marka İndeksi, Anholt Şehir Marka İndeksi ve Eyalet Marka İndeksi idi. Projenin başlatıldığı yıl Türkiye ülke markası sıralamasında 25 ülke arasında 25. sırada yer almıştı. 20 ülkeden 20,000 kişi ile yapılan bir başka çalışma olan Anholt-GfK Roper Şehir Marka İndeksine göre ise İstanbul 50 ülke arasında 44. sıraya oturdu.

Karnemizin kırık olmasının nedenleri neler olabilir diye araştırma yaptığımızda markalaşma yolundaki önemli faktörlerin listesine göz atmak faydalı olabilir.

– Yetenekli çalışanlar

– Pazar, müşterilere kolay ulaşım

– Diğer şehirlere ve ülkelere kolay ulaşım

– Telekomünikasyon kalitesi

– Vergiler göz önüne alındığında uygun olarak görülen bir iş iklimi

– Çalışanlar için yüksek bir yaşam kalitesi

– Ekonomik gelişime odaklanmışlık

– Rekabetçi avantajların yaratılması

– Yerel girişimcilerin desteklenmesi

– İş ve eğitimi bir araya getirme

– 1 milyonun üzerinde nüfus

– Önemli üniversitelerin varlığı

– Yüksek seviyede araştırma altyapısı

– Bilimsel ve kültürel değişim

– Yüksek yoğunluklu hava trafiği

– Kültürel altyapı

– İnovasyon ve teknolojik değişimler

– Kısa – uzun zaman planlaması

– Esnek ve bilgi bazlı üretim

– Materyal olmayan değerlerin öneminin artışı: Sanat ve kültür

Bu listede gerek ulusal gerekse şehir bazında zayıf olan maddelere akılcı uygulamalar yapılması gerekiyor. Topyekün yaratıcı, kararlı ve uzun vadeli bir çalışma programıyla “ne olmak” istediğimize karara varmış bir şekilde harekete geçmemiz gerekiyor.

Ne Zaman Başarılı Olmuş Sayılabiliriz?

Marka, bir anlamda verilmiş olan ve de tutulması gereken bir değer sözüdür.

Dünyadan sloganlara birkaç örnek:

Berlin: Yeni Avrupa’nın Başkenti

Budapeşte: Binlerce Yüzü Olan Şehir

Amsterdam: İlhamın Başkenti

Hong Kong: Yaşamın Şehri

Bu sloganların altının ne kadar doldurulduğu önemlidir. Ayrıca çoğu zaman bir yerin markası slogandan öteye gidemez.

1- Gerçekçi Miyiz?

Marka şehrin gerçeğini yansıtmalıdır. Genel anlamda şehir markaları ziyaretçilerin kişisel deneyimlerinden meydana gelir. Mumbay’a gelen bir ziyaretçi sokaklarda perişan halde yatan işçileri gördüğünde bu ülkenin ekonomisinin, dünyanın en güçlü ekonomilerden biri olmaya aday olduğuna inanmayacaktır. Bu olguya İstanbul’un koordinatlarından bakarsak ne kadar GERÇEK olduğumuza dair soru işaretleri oluşacaktır. Tarihi eserlere karşı duyarsızlık, bilinçsiz kentleşme, trafik sorunu, plansız yapılaşmalar, bitmeyen trafik çilesi, bilgi bazlı üretimin düşük seviyelerde yer alması, kalitesiz eğitim, yüksek işsizlik oranları gibi sorunlar dünyada eşi benzeri olmayan bir şehrin markalaşma başarısını birebir etkilemektedir.

2- Karmaşık ve Basitlik – Kafa Karıştırıcı Bir Durum!

Bir yerin markası o yere ait zenginliği yansıtmalı ancak aynı zamanda insanların kavrayabileceği şekilde yalın olmalıdır. Pek çok İtalyan şehri tasarımı, Paris romantizmi ve New York dinamizmi ile bilinir. Ancak bu yerlerin ziyaretçilerine sunabilecekleri çok daha fazlası vardır.

3- Tutarlı Mıyız?

Marka uzun vadede paydaşları ve takipçilerine sürekli aynı değerleri sunabilmelidir. Bu zaman içinde hiçbir değişime uğramayacağı anlamına gelmez. Dünya ve insanların beklentileri değişir.

simon

Simon Anholt’a İstanbul’un marka değeri hakkında ne düşündüğünü sorduk.

Bu şehir kadar romantik, heyecan verici, güzel ve ilham vereni yok”

20 ülkeden 20,000 kişi ile yaptığımız Anholt-GfK Roper Şehir Marka İndeksine göre İstanbul 50 kentin arasında 44. sırada yer alıyor. Araştırmanın alt bölümlerine indiğimizde “Varlık” (Şehrin öneminin uluslararası düzeyde algılanma düzeyi) bazında 30 sırada. Fiziksel anlamda çekicilik sıralamasında 39. sırada. Şehir verimlilik ve fonksiyonellik açısından incelendiğinde ise 42. sırada yer almış. Şehrin insanlarının davetkarlığı 44., şehrin heyecan verici yanı ve kültürel yaşamı sorgulandığında ise 35. sırada. Son olarak şehrin bireylere sağlayacağı ekonomik ve eğitim avantajlarına geldiğinde İstanbul 50 şehir arasında sadece 46. sırada kendine yer bulabilmiş.

Böylesine güzel ve önemli bir dünya şehri için bu skorlar oldukça düşük. Anlaşılan o ki ciddi anlamda iyi bir çalışmanın yapılması gerekiyor. Ancak ne tür bir çalışma? İşte bu en önemli soru. İyi kalitede bir turizm önemli fakat nihayetinde şehirler yaptıkları, ürettikleri, insanları ve nasıl göründüğü ile (kendileri ile ilgili ne söyledikleri ile değil) sorgulanıyorlar. Güçlü bir ün kazanmak pazarlama ve halkla ilişkilerle ilgilenenlerin değil siyaset yapanlarla o şehirde yaşayanların yapabileceği bir şey.

Benim kişisel fikrime gelince: İstanbul benim dünyadaki en favori şehirlerimden bir tanesi. En basitçe söylemek gerekirse bu şehir kadar romantik, heyecan verici, güzel ve ilham vereni yok. Beğendiğim bir kaç kişi orada yaşıyor ve dünya çapındaki benim için en gözde olan otel Çırağan Sarayı. Fikirlerimi bir gün daha fazla insanın paylaşacağına eminim.

YAZAN: Ö.DUYGU ÇİL

Kaynaklar:

Helsinki University of Technology, Institute of Strategy and International Business Success Factors of Place Marketing

Sisco van Gelder How to improve the chances of succesfully developing and implementing a place brand strategy

http://www.simonanholt.com/

Kullansam Zararı Çok, Bıraksam Modern Hayat Razı Değil!

Etiketler

, , , ,

         Modern yaşamlarımızı sürdürürken onun aydınlık, karanlık ve gri taraflarını anlamaya kimi zaman da sorgulamaya çalışan bizler, yeni tür bir meydan okuma ile karşı karşıyayız. Hayatlarımızın her alanına heyecan katarak bizi bağımlı kılan ve  yaratıcılarının bizleri sinsice onlarsız yaşayamaz hale getirdiği cep telefonları ve iletişim teknolojisinden bahsediyorum.

Özünde tüm dünya ile bütünleşmenin, iletişim halinde olmanın karşı konulmaz cazibesini taşıyan yeni oyuncaklarımız, estetik tasarımları ve kişiselleştirilmiş halleriyle pek çoğumuz için artık vazgeçilmez. Öyle ki cep telefonsuz bir yere gitmek bazılarımız için korkulu bir rüya olmaya başladı. Zira onlar yanımızdaki değilken ilk defa gideceğimiz bir yeri bulmanın, gün içinde neler olup bittiğinden haberdar olmanın, işlerimizi yürütmenin ve sosyalleşmenin imkansız olduğunu düşünüyoruz. Bunun ötesinde birileri tarafından arandığımızda telefonumuza cevap vermeyerek sanki suç işlemişiz gibi manevi bir ağırlığın altında ezilebiliyoruz. Yanıtsız çağrılar ve mesajlar değer verdiğimiz bir ilişkinin riske girmesine bile neden olabiliyor.

Bu bağımlılık bazılarımız açısından yarattığı  negatif duygular ve kişisel özgürlüğe ket vuran yapısıyla rahatsız edici olsa da büyük bir çoğunluk cihazlarına yoğun duygular besliyor. Ancak beni ve benim gibi kimilerini düşündüren başka bir nokta var ki o da cep telefonlarının o seksi maskelerinin ardında gizlenen çirkin yüzleri. Bu telefonların insan üzerindeki biyolojik ve nöropsikolojik etkileri tüm dünyada çeşitli araştırmalara konu oluyor.

Kimi araştırmalar cep telefonlarının ve radyofrekans dalgalarının insan sağlığı açısından ciddi etkiler taşımadığını öne sürse ve çoğu zaman medyada bu tarz olumlu çalışmalar ses getirse de, bu cihazların biyolojik ve ruhsal yapımızı bozduğunu ifade eden araştırmalar da yok değil.

Bellek Zayıflığı, Uyku Bozukluğu, Konsantrasyon Eksikliği…Dahası VAR!

McEvoy ve arkadaşlarının (2005) trafik kazası sonucu hastaneye başvuran 456 sürücü ile yaptığı bir araştırmada, kazadan önce cep telefonu kullananımının kaza riskini 4 kat artırdığı belirtiliyor.  Dikkat dağınıklığına neden olan cihazların ve manyetik dalgaların uyku için önemli olan melatonin hormonunun salgılanmasını da bastırdığı ifade ediliyor.  Al – Khlaiwi ve Meo (2004)’nun Suudi Arabistan’da cep telefonunu çok kullanan 437 kişi ile yapılan araştırmasında bu kişilerde yorgunluk, baş ağrısı, baş dönmesi, işitme kaybı, kulak üzerinde ve arkasında yanma, bulanık görme ve  vertigo gibi semptomlara rastlanıldığı dile getiriliyor. (Aktaran: Kuloğlu ve Korkmaz, 2011)

Stres Artışı ve Seks Hormonlarında Düşüş

Elimizden düşürmediğimiz cep telefonlarının etkisine dair yapılan araştırmalar hipofiz bezinin etkilenmesi sonucu stres düzeylerinde artış ve seks hormonu seviyelerinde düşüşler konusunda da bizleri uyarıyor.

Kendi Bacağına Kurşun Sıkanlar

Sonuç olarak yapılan araştırmalar ve aklımdaki soru işaretleriyle 16. yy’ın ünlü şairi Fuzuli’nin bilgeliğine sığınıyorum: “Söylesem tesiri yok, sussam gönül razı değil.” Tüm bu sonuçlara rağmen kendim dahil pek çok insanın cep telefonundan vazgeçemeyeceğinin farkındayım. Yeni dönemin en önemli artıları olarak sunulan yaratıcılığın stres ve yorgun zihinle mümkün olmadığı düşünüldüğünde kendi bacağına kurşun sıkan milyonlar hatta milyarlar olduğumuzu da düşünmeden edemiyorum. Nihayetinde şimdilik yapabildiğim uzmanların verdiği bir takım tavsiyeleri buradan tekrarlamak oluyor:

–          Gerektiği kadar ve mümkün olduğunca kısa konuşun.

–          Mümkünse konuşmak yerine mesaj atın.

–          Mutlaka kulaklık kullanın.

–          Cep telefonunuzu mümkün olduğunca bedeninizden uzak tutun.

Yazar: Ö.Duygu Çil

Kaynak:

Koloğlu, M., Korkmaz, S. Cep Telefonu ve Baz İstasyonlarının Nöropsikolojik Etkileri, New Symposium Journal, Nisan 2011, Cilt: 49, Sayı:2

Bilgi Çağında Bilgiden Korkmak

Etiketler

, ,

‘Shroom City, by Frederic St. Arnaud

İnsanlık tarihinin bildiğimiz karanlık yüzü savaşlardan ibarettir. Oysa ki uygarlıklar kaynak savaşlarında birbirlerini kıyam edenlerin değil, bilinmezliğin peşine düşen bilgi avcılarının eseridir. Tarihin farklı dönemleri, zamane cahilliklere meydan okuyan kahramanlarıyla kırılma noktası yaşamış ve bu sayede insanlık gelişimine devam etmiştir. Bu kırılma noktaları genelde acılıdır çünkü her yeni bilgi, güç odaklarının güvenliğini tehdit etme potansiyeline sahiptir. Dönemin güçsüzleri için ise her yeni bilgi, kabullendikleri güvenli sığınakların kabuklarının çatlaması anlamına gelmiştir. Dolayısıyla gelecek zamanların saygı duygulan figürleri, yaşadıkları dönemde genelde birer baş belası, asılacak, yakılacak, hapsedilecek ya da etkisiz hale getirilecek beyinler olarak algılanmışlardır. Bu insanların başına gelen her olumsuz olay belki de bilgiden korkmanın altyapısını hazırlamış ve meraklı zihinleri çiçek açmadan zehirlemiştir. İnsancıl psikolojinin babası Maslow, İnsan Olmanın Anlamı kitabında bu konuya değinir. Maslow, bilginin peşinde koşmanın bedelini şu sözlerle açıklar:

“Adem ve Havva ile dokunulmaması gereken, tehlikeli bilgi ağacı miti bilgiyi tanrılara özgü göre birçok kültürde koşuttur. Birçok dinde (diğer özelliklerin yanı sıra) bir entelektüalizm karşıtlığına rastlanır. İnanç ve dindarlık bilgiye yeğ tutulur ya da bazı bilgi türleri çok sakıncalı görülerek yasaklanır veya yalnızca bir grup insana özgü görülür. Birçok kültürde, tanrıların sırlarının peşine düşerek başkaldıran Adem ve Havva, Prometheus, Oeidipus gibileri ağır bir şekilde cezalandırılmış ve tanrıya öykünmeye kalkışabilecek diğer insanlara ders olsun diye sergilenmişlerdir.”

The Fall of Man and the Expulsion from the Garden of Eden – by Michelangelo

Bİlgİnİn Cİnsİyetİ

    Maslow kitabında kadınsılık ve bilgi arayışı ilişkisine de değinir ve kadınların farkında olmadan zeka ile erkeksilik arasında bir bağ kurduklarını belirtir. Bilinmeyeni araştırmak, incelemek, yeni keşiflerin peşinde koşmak erkek dünyasına aittir ve dünyayı maceraperest bir ruhla anlamaya çalışmak kadını kendinden uzaklaştırır.

Maslow, erkeklerin çekingen olanlarının bilgi arayışını da zayıf olarak nitelendirir ve fikirlerini şu şekilde paylaşır:

“Çekingen erkekler de araştırmaya ilgi duymanın gözü kara bir tavır olduğunu düşünür. Akıllı olmayı ve gerçeği aramayı iddiacı ve gözü pek olmakla bir tutar, böyle bir tutumun da kendinden daha yaşlı, daha güçlü insanların gazabını kendi üzerine çekmek anlamına geleceğini düşünür.”

Güçlü Olduğun Sürece Bİlgİ Güvenlİdİr!

Tarih toplumsal açıdan güçsüz olanların bilgi ile ilişkisinin silik olduğunu gösterir. Bu anlamda kadınlar, fakirler, köleler, azınlıklar ve sömürülenler için fazla şey bilmek ve arayışta olmak sakıncalı olmuştur. İnsan Olmanın Anlamı, bu sakıncanın “savunmaya yönelik yapmacık bir aptallık tavrı” ile geçiştirildiği üzerinde durur. Kaldı ki bu tip durumlarda efendiler, güçlüler ve egemen gruplar insanların öğrenme merakını kamçılamaya niyetli değildir. Zira bilgi başkaldırma potansiyelini barındırır.

Sorumluluk Almaktansa Bİlmemek Daha İyİ

Freud’un ünlü savunma mekanizmaları söz konusu olduğunda ilgisizliğin, öğrenmeden kaçınmanın ya da zorluk çekmenin bir anlamı vardır. Bilgi ve eylemin birbirine sıkı sıkıya bağlı olduğu düşünüldüğünde bilmemek çoğu zaman sorumluluk almamayı ve riske girmemeyi getirir. Bu sayede başarısız olma ihtimali ortadan kalkar. Üstelik bazı güç odaklarının şimşeklerine karşı şemsiye görevi üstlenir.

Görünen o ki bilgi korkusu tüm zamanlar için geçerli. İster birey isterse toplumsal bazda olsun varlığı farklı şekillerde kendini gösteriyor ve yıkıcılığı varlığının yoğunluğuyla paralel seyrediyor. Peki tüm bunlar 21. yy’ın bilgi dünyasında ne anlama geliyor? Adına ister “enformasyon toplumu” (Masuda), ister “bilgi toplumu” (Drucker), ister “post-endüstriyel toplum” (Bell), isterse daha çok bu yeni toplumun kültür boyutunu kendisine merkez alan ve anonimleşmiş bir kavram olan “post-modern toplum” diyelim*; bu toplumun da bilgi korkusuna karşı uyanık olması gerekiyor.

Bilgi çağını yaşayanlar, artık bilginin peşinde olmanın Tanrı’nın gazabına uğramakla ya da kadınsılıktan uzaklaşmakla bir alakası olmadığının bilincindeler. Ancak bazı kaygılarla– kaynakların yitimi, statü kaybı, baş edememe- sorumluluk almaktan kaçınma tehlikesi hala mevcut. Bilmenin getirdiği rahatsızlık ve eyleme geçmemenin dayanılmaz ağırlığına karşın bazı durumlarda körleşmek pek çoğumuz açısından hala kurtarıcı. Bilgi çağında olsak bile…

*BOZKURT  V.(2003).Bilgi Toplumu”nun Getirdikleri Ve Türkiye

Yazan: Özlem Duygu Çil

1 Günü 30 Saat Yaşamak Mümkün Mü?

Etiketler

, , ,

 

 “Sol başparmağım sağ bileğimin üzerinde, yüreğimin atışını duyumsuyorum. Uzun bir an, doğumdan beri bana eşlik eden, varoluşumun yapısında bulunan bu sadık ve kaçınılmaz ritmi dinliyorum.”

      Astrofizikçi Hubert Reeves’in tuttuğu günlükten alınan cümlede geçen “uzun bir an” benzetmesi bazılarımıza yaşamımızın temel taşı zamanı ve onu algılayışımızı işaret edebilir. Zaman kavramı, farklı perspektiflerden ele alınarak anlaşılmaya çalışılan bir kavram olarak karşımıza çıkar. Yelkovan ve akrebin katı ve sistematik zamanına karşın biyolojik ve zihin saatlerimiz farklı şekilde işler.

Bilim bize biyolojik saatimizin kimi insanlarda 24 saat 5 dakika, kimilerinde ise bundan 30 dakika daha uzun süren bir periyotla sıfırlandığını belirtiyor. Zihinlerimizin saati ise farklı etkenlerden dolayı göreceli çalışıyor. Freud’un bilinçaltının zamansız olduğu görüşü heyecan yaratmıştı. Kişiselleşmiş beyin olarak tanımlayabileceğimiz zihnin zaman algısı ise ayrı bir merak konusu. Bu konuya kafa yoran biyofizik doktorasına sahip ödüllü bilim gazetecisi Stefan Klein,  Yaşamın Hammaddesi Zaman – Bir Kullanma Kılavuzu kitabında zamanının göreli halini şekilde tanımlar: “Bir saat çoğu zaman dakikaların toplamından daha uzundur, kimi zaman ise daha kısadır. Bir gün de basitçe 24 saatten oluşmaz.”

Kısaca iç saatimize dair farkındalığımız, hayatlarımızın zengin diyarlara açılan bir kapı mı yoksa kurak bir çöl yansıması mı olacağını belirler.

Klein kitabında zaman deneylerine yer verir ve zaman duygusunun aldatılabilirliğine örnekler sunar. Bunlardan biri Wundt’un yaptığı bir çalışmadır ki bu araştırma sonucunda, tekdüze olan bir sesin yüksekliği gitgide arttığında, sanki ses hızlanıyormuş kanısını yarattığı ortaya çıkar.

Sonuç olarak zaman duygumuzla oynayabilir ve hayatımız sona ererken geriye dönüp baktığımızda yaşamımıza dair şenlikli bir günce bulabiliriz. Anlarımızı daha doygun yaşayabilir, daha zengin anılar biriktirebilir, zamanı yavaşlatabiliriz. Daha yavaş hareket ederek, 3 saniye olarak hesaplanan şimdiki zamanı daha uzun duyumsayabiliriz.

Bu noktada bilmemiz gereken zamanı yaşantılayışımızın genlerimiz, sosyal iklim, teknoloji, kullandığımız kimyasallar, tercihlerimiz, duygularımız, amaçlarımız ve deneyimlerimizle yakından bağlantılı olmasıdır.  Yaşadığımız çağın telaş kültürünü kutsallaştırması ve elektronik eğlence vasıtasıyla zihinlerimizin istila edilmesi ise dönem insanın uyanık olması gereken ana temalardır.

 

MODERN DÜNYADA ZAMANI HIRSIZI DUMAN ADAMLAR VAR MI?

Modern hayatın oyuncuları bizler, atalarımızdan farklı bir yaşam örüntüsü içindeyiz. Teknoloji günlük hayatımızı kolaylaştırdı. Büyük büyük dedelerimizin emek vererek tüm gününü ayırdığı işler artık bizler için birkaç dakikamızı vereceğimiz ayrıntılar haline geldi.

Geçmiş dönemlerde yaşayan insanlara nazaran daha fazla boş zamana sahip olmamıza rağmen çok daha yoğunlaşmış bir zaman baskısını iliklerimizde hissediyoruz. Artık dostlarımıza saatlerce ayıracağımız sofralarımız, derinlemesine uzun sohbetlerimiz yok. Daha az dinliyor, yaşamdan daha az doyum alıyor ve daha az kendimizle baş başa kalıyoruz. İletişim teknolojisi ve metropol hayatının getirisi ile eskiye nazaran yüzlerce kat fazla sayıda insanla tanışıp ilişkiye giriyoruz ama düzgün iletişim kuramıyoruz. Haddinden fazla yiyor ancak lezzet almıyoruz. Empatinin önemli olduğunu savunuyor buna rağmen çevremizdekilerin duygularını önemsemiyoruz. Çok uzaklara gidebilsek bile kendi mahallelerimizle ilgilenmiyoruz. Çok tüketip özgün eserler üretemeden, çoğumuz işimize yabancılaşmış bir halde taklitler ortaya koyarak idare ediyoruz. En önemlisi artık torunlarımıza bırakabileceğimiz bilgece cümleler kuramıyoruz.

Görsel: Michael Ende’nin Momo isimli kitabının kapağından

Tüm bu yaşananlar, Michael Ende’nin ünlü romanı Momo’da anlatılan gri kıyafetli, soluk yüzlü duman adamları gerçek mi diye düşündürüyor. İnsanların hayatlarını çalan zaman hırsızlarını anımsatan vakalar her bir köşede yaşanıyor adeta.  Romanda anlatılan yaşamlardaki gibi herkes sürekli meşgul ve yapması gerekenler altında eziliyor. En dikkat çeken detay ise insanların kendileri için önem taşıyanlara (çocukları, sevdikleri, hobileri, hayalleri) yeterli vakit bulamamaları.

Zamanımız, hayatımız ve de en kötüsü belleğimiz çalınıyor. Siz de yatağa başınızı koyduğunuzda ardınızda bıraktığınız güne dair renkli bir hikayeniz olmadığını düşünenlerden misiniz? Eğer öyle ise diğer bir kritik soru akıllara geliyor:  Çalınan saatlerimiz nereye gidiyor?

NEDEN ZAMAN GİTTİKÇE HIZLANIYOR?

Toplum bazında zamanı yaşantılayışımızda modern sistemin getirdiği olumsuzluklar az çok deşifre edilirken, mikro düzeyde bireylerin dillendirdiği ortak bazı sıkıntılar mevcut. Belirli bir yaştan sonra hayatlarının daha hızlı aktığını, kayıp giden zamana ayak uyduramadıklarını dile getiren paniklemiş insanların serzenişlerine yabancı değilizdir, hatta şikayetçiler arasında bile olabiliriz. Yaşam denilen filmin geçmiş karelerine bakıldığında, belli başlı dönemeçler (mezuniyet, iş, evlilik, bozuk ilişkiler ve çocuk) dışında anıların tek tip ve sıradan hale geldiği yorumlarını yapabiliriz.

Çocukluğumuzda şu anın ağırlığı yaşanır. Ergenlikle zamanın akışı hızlanır, sonraki yıllarda ise zamana ayak uydurmaya çalışan insanlar haline geliriz.  Klein, bu durumu şu şekilde özetler: “Yıllarla birlikte insanlar genellikle huzur bozucu bir keşifte bulunurlar. Ne kadar yaşlanırlarsa zaman da o kadar hızlı akıyor gibidir.”

Görsel: The Illusion of Time Digital Art – The Illusion of Time Fine Art Print – Christopher Beikmann

GÜNLÜK YAŞAMIN KRONOMETRESİ

Zamanı algılayışımızın pratik hayattan örnekleri ve algılayışın hafıza ile bağlantısı da ilginç tespitler yapmamıza olanak tanır. Genç yaşlarda yapılan günübirlik bir şehir dışı kaçamağı onlarca yıl sonra tüm detaylarıyla bile hararetle hatırlanırken bir yıl önce yapılan bir haftalık iş seyahatinin hafızalardan silinmesi zamanın kırılganlığını bizlere gösterir.

Hayranlık uyandıran ve özümüzle bağlantı kurduğumuz bir sanat eserine bakarken zamanı unutmamızın, öte yanda ilgimizi çekmeyen 3 dakikalık bir konuşmayı dinlerken sonsuza dek sürecekmiş gibi kıvranmamızın nedeni nedir? Sevdiğimiz birini ameliyathane kapısında beklerken zamanın durduğunu hissetmemiz, güzel anların fişek hızıyla geçtiğine üzülmemiz, 40 saniyelik bir depremin ömrümüzden ömür tükettiğini söylememiz ne ilginçtir. Bazen de uzun zaman sonra bir dostla karşılaşır, geçen bir yıla rağmen anlatacak hikaye yoksunluğumuzu fark ettiğimizde dertleniriz.

Bu durumların ana nedeni hayatımızda dikkatimizi yöneltip, heyecanlandığımız konuların, yeni veri bolluğu ile yüz yüze geldiğimiz anların olduğundan daha uzun algılamamızdır. İçinde bulunduğumuz anı ne kadar heyecanla anı yaşarsak zihinlerimize o kadar kazınır. Ne kadar detayla uğraşırsak imge ve duyum çeşitliliği çarpıcı hatıralara dönüşür. Monoton ve sıkıcı geçen dönemler bize uzun gelir ama geriye dönüp baktığımızda o döneme ait hatıralarımız birkaç sayfası dolmuş boş bir resim defteri gibidir.

Amerikalı psikolog Robert Ornstein’a dayanan zaman duygusu teorisi, gündelik yaşamın birçok tuhaflığını açıklar. Orstein yaşanılan ve hatırlanan zaman ilişkisinin bir tahterevallinin yükselişi ve inişi gibi düşünmüştü: Ya şimdiki zaman ilginçtir ve çabuk geçiyor görünür, o zaman bunu daha zengin bir hatırlama ile telafi ederiz ya da şimdiki zaman uzadıkça uzuyordur ama daha sonra kısalmış görünür. (Klein, 2011)

ZAMAN TANRISI KRONOS’UN İZİNDE

Yazının başında belirtildiği gibi zamanı yaşantılayışımız üzerinde etkin olabiliriz. Bu konuda yapacaklarımız arasında stresimiz üzerinde kontrol sağlayarak konsantrasyon gücümüzü artırmak geliyor. Sevdiğimiz bir şeyi yaparken odaklanmak bizim için zor değildir. Resim yapmaktan zevk alan birinin, tuvaline odaklanması için ekstra bir güç sarf etmesine gerek yoktur. Bu akıcılık zamanın katılığını eritir, onu geçirgen hale getirir.

Diğer bir önemli nokta elektronik eğlence hayatının ve teknolojinin yaşamımızı körelttiğinin bilince olmak. Televizyonun zararlarına farklı perspektif ve başlıklarla ele alan araştırmalar bir yana belleğimize yaptığı tahribat Yaşamın Hammaddesi Zaman kitabında şu sözlerle ele alınıyor:

“Televizyonda seyrettikleri, onun için o kadar önemsizdirler ki, beyni bunları fark etmemiştir bile. Adeta bombardımana tutulduğu görüntüler, şimdiki zamandaki zamanı geçirmişlerdir ve önemsizlikleri de geriye bakıştaki zamanı yok etmiştir. Bu televizyonun ve diğer kitle iletişim araçlarının, çoğu zaman görmezden gelinen bir etkisidir. Sadece daha anlamlı bir biçimde değerlendirilebilecek zamana mal olmakla kalmazlar, hatırlamanın olmadığı bir alan da yaratırlar. Abartarak söyleyecek olursak elektronik eğlence yaşamı kısaltır.”

Zamanla girdiğimiz bu heyecanlı oyunda günlük tutmak, fotoğraflarla geçmişi ana taşımak ve yeni yepyeni deneyimlere açık olmak da verilen tavsiyeler arasında yer alıyor.

NOT: Belleklerimize kazınmış hatıralar, onları her çağırdığımızda yeniden oluşurlar. Yani her hatırlama eski günleri yeniden yaratmak anlamına gelir. Her anımsama geçmişimizin bir restorasyonudur. Geçmişin bugünü etkilemesi zaman çizgisinde olası iken esas çarpıcı olan zihinlerde şimdinin geçmişi etkileme gücüdür. Bu gücün varlığını aklımızda tutmanın önemli olduğu söylenebilir.

YAZAN: Ö.DUYGU ÇİL

KAYNAKLAR

Ende, M. (2004). Momo. Kabalcı Kitabevi.

Klein, S. (2011). Yaşamın Hammaddesi Zaman – Bir Kullanma Kılavuzu. Aylak Kitap.

Reeves, H. (2001). Boşluk Bakışımın Biçimi Alıyor. TUBITAK.

EK OKUMA: 

http://www.bbc.co.uk/turkce/haberler/2012/09/120905_time_slow_down_sport.shtml

http://www.psychologytoday.com/tags/time-perception

Does life speed up as you get older? http://www.bbc.com/future/story/20120709-does-life-speed-up-as-you-age?selectorSection=section

İş Hayatı Çalışanlardan İmkansızı Bekliyor Olabilir

Etiketler

, , ,

Image

Zaman yolculuğuna çıkıp 50 yıl öncesine ziyarette bulunsak ve zamane modern bir ofisten içeri ayağımızı atsak bizi bekleyen materyal sadeliği, imkan kısıtı ve olası sessizlik karşısında hayrete düşebiliriz. Ritmik bir şekilde kulağa gelen daktilo tıkırtısına arada sırada eşlik eden telefon zili ve çalışanların uğultusu belki de ofise dair en dinamik detaylarıdır. Böyle bir ortamda çalışanlar sizce aynı anda kaç iş yapıyorlardı? Dahası onlardan beklenen neydi? Haftada ortalama kaç görüşme yapmak, kaç rapor okuyup analizini çıkartmak ya da toplantılara iştirak etmek gerekiyordu? Tatminkar bir  performans gösterisi için bir çalışan tek bir gün içinde kaç farklı işi eş zamanlı olarak yapmalıydı?

 Multitasking Komedisi

Bu soruların net yanıtlarına ulaşmamış olsam da şeffaf ve yanlışsız bir ifade ile bugünün teknolojik ve kaotik iş ortamında 50 yıl öncesine kıyasla Süper Çalışan olarak nitelendirilebilecek bireyler talep görüyor. Çeşitli görevleri eşzamanlı olarak kotaracak kişiler ideal çalışan olarak değerlendiriliyor.Bu insanlara bir takım önerilere getirilerek aynı anda çok iş yapmanın bedelleri hafifletilmeye çalışılıyor. Bu davranış sisteminin getirdiği strese karşın meditasyon gibi tekniklerin iyi geldiği söyleniyor ve buna yönelik çalışmaların varlığından bahsediliyor. Gerçi alınan eğitimler, bilgisayar ve televizyonun etkisi ve içine doğulan sosyal ve teknolojik yaşam bu yoğunluk için elverişli zemin oluşturuyor gibi görünse de bilimsel veriler Süper Çalışan tezine geçit vermiyor. Çünkü son 50 yılda dünyanın baş döndürücü şekilde değişmiş olması beyinlerimizin de aynı şekilde değiştiği anlamına gelmiyor.

 Bölünmenin Bedeli Var

         İnsan beyninin üretim kalitesi dikkat ve konsantrasyon gücü ile paralel ilerliyor. Bu nedenle her seferinde tek bir işe odaklanma gerekliliği günümüzün kaotik yaşamını tolere etmiyor. Bu işleyişe inat aynı anda çok iş yaparım demenin tercümesi hiç bir işi tam anlamıyla yapamam üstelik de en basit görevlerde bile sınıfta kalırım demek. Bu gerçekten hareketle günümüz çalışanın ortalama bir gününe bakacak olursak:

  •  E- maillerin kontrolü ve büyük bir yığının arasından önemli olanların ayıklanarak değerlendirilmesi sırasında çalan telefonlara etkin bir şekilde cevap verilmesi.
  •  2 saat sonra yapılacak toplantı için hazırlık notlarının oluşturulması ve gelecek günlerde gerçekleşecek bir etkinlik ya da proje için önemli detayların gözden geçirilmesi.
  • Bunlar olurken öte yanda yönetici ya da departman arkadaşının sorduğu sorulara yanıt verilmesi, MSN’den iş ve özel içerikli mesajların okunarak cevaplanması.

Ancak bunlar sadece listenin en önemsiz öğeleri çünkü daha vizyoner çalışmalardan bu noktada bahsetmek mümkün değil. Zira daha yapılması gereken temel iş akışına geçilemedi.

Her bir işe başlarken hızla gelen yeni mailler, sorular ve teknik aksaklıklarla iki ileri bir geri giden bir temponun varlığı kendini hissettiriyor. Çözülmesi gereken acil sorunlar ya da bireyler arası gerginliğin yaşattığı konsantrasyon bozuklukları cabası…  Oysa ki iş yaşamı her çalışanın içindeki lideri görmek arzusunda olduğundan yaratıcı fikirler için de zaman lazım. Ofis dışı toplantılar, gelişim için yapılması gereken okumalar, sosyal paylaşım ağları ve ilişki yönetimine daha girmedim bile…

İş yapış esnasında yaşanan bu bölünmeleri ele alan bir çalışma Stefan Klein’in kaleme aldığı Yaşamın Hammaddesi Zaman: Bir Kullanma Kılavuzu isimli kitapta şu şekilde yer buluyor.

Kalifornialı çalışmabilimci Gloria Mark, yazılım şirketlerindeki çalışanların davranışlarını inceledi; araştırmacı bir kişi bir faaliyetten diğerine geçtiğinde, yeni bir yazıyı okumayı bırakıp yeni bir e-postaya baktığında bunu kaydetti. Böyle bir değişiklik kural olarak yirmi defadan fazla gerçekleşiyordu: Çalışanlar, bir konuyla ortalama üç dakikadan fazla geçekleşiyordu: Çalışanlar, bir konuyla ortalama üç dakikadan daha fazla ilgilenmeyi başaramıyorlardı (Gonzales ve Mark, 2004).

Görünen o ki beyinlerimiz yoğun iş hayatlarımız söz konusu olduğunda bize bazı bedeller ödetiyor. Klein’in kitabında yer verdiği bir başka çalışmada da bu görüşü destekleyen nitelikte:

Harvard Üniversitesi’nden psikolog Yuhon Jiang bu konuda etkileyici bir çalışma yürüttü. Öğrencilerin bir iş evresinde renkli haçları ve üçgen ya da daire gibi kapalı şekilleri bir defada eşzamanlı olarak teşhis etmelerini istedi. Bu seçkin üniversitenin genç akademisyenleri verilen görevi gülünesi basitlikte buldular. Ancak çok geçmeden, bu işi ne kadar yavaş yaptıklarını ve ne kadar hata yaptıklarını fark ettiklerinde, fikirlerini değiştirdiler. Gerçekten de katılımcıların, renkli haçları ve şekilleri aynı anda gördüklerinde bir düğmeye basmaları için bir saniyelik bir reaksiyon süresi gerekiyordu. Buna karşılık öğrenciler önce haçları sonra biçimleri art arda teşhis ettiklerinde iki kat hızlı hareket ediyorlardı. (Jiang 2004, Jiang Saxe ve Kanwisher 2003, Adcock 2000)


Yapılan tüm çalışmalar şunu gösteriyor ki  dikkati ne kadar bölerseniz o kadar verimsizleşirsiniz.  Douglas ve arkadaşlarının (2005) belirttiği üzere beyinlerimizin yürütme fonksiyonu memnunluk verici bir çalışma ortaya koyana kadar açıkça belirli bir süreye gerek duyar – ilkönce ısınması gereken bir motor gibi. Çalışma bilimcilerin araştırmalarına göre insanların çoğu birçok işin gerektirdiği konsantrasyona en erken 15 dakika sonra ulaşabiliyor.

Yani tüm çalışmalar aslında herkesin farkında olduğu bir gerçeğe çağrı yapıyor:

Yavaş ve yalın bir şekilde adım at ki istediğin yere en iyi ve hızlı şekilde ulaşasın.

Yazan: Özlem Duygu Çil

Ek Okumalar

1- http://www.psychologytoday.com/blog/brain-wise/201209/the-true-cost-multi tasking

2- http://www.inc.com/geil-browning/personal-productivity-refresh-your-brain-while-you-work.html

3- http://www.facultyfocus.com/articles/teaching-professor-blog/multitasking-confronting-students-with-the-facts/

4-http://www.psychologytoday.com/collections/201203/born-perform/the-key-efficient-multitasking-one-thing-time

İyi Evlilikler Bireyi İhmal Etmez

Etiketler

,

Uzun süren bir evlilik her zaman o evliliğin mutlu olduğu anlamına gelmez. Birçok mutsuz çift var ki, çocuklar, dini gerekçeler veya başka nedenlerden dolayı birlikteliğini sürdürmeyi tercih ediyor. Fakat birçok çift için sadece birlikte olmak yeterli değil. Onlar anlamlı ve doyurucu bir ilişki istiyor. Kısacası, sürdürülebilir bir evlilik talep ediyorlar.

Stony Brook’taki New York Eyalet Üniversitesi’nde Bireyler Arası İlişkiler Laboratuarı’nın Müdürü, psikoloji profesörü Arthur Aron, “Evliliğin sürmesini sağlayan şeyler daha çok iletişim becerileri, akıl sağlığı, sosyal destek ve stresle ilgili konular. Evliliğin sürüp sürmemesini bunlar belirler. Fakat bunlar birey açısından evliliği tek başına anlamlı, keyifli veya doyurucu hale getirmeye yetmeyebilir” diyor. En iyi evliliklerin bireyi tatmin eden evlilikler olduğu düşüncesi biraz çelişkili gelebilir. Sonuçta evlilik için öncelikli olan şey ilişkinin kendisini ön plana almak anlamına gelmez mi? Artık değil. Evlilik yüzyıllarca ekonomik ve toplumsal bir kurum olarak görüldü. Eşlerin duygusal ve zihinsel ihtiyaçları evliliğin sürmesi uğruna ikinci plana atıldı. Fakat modern ilişkilerde insanlar hayat arkadaşı arıyor ve bu arkadaşların hayatlarını ilginçleştirmesini istiyor.

İlişkide Mikelanj Etkisi

Amsterdam’daki Vrije Üniversitesi’nde araştırmacı olan Caryl Rusbult buna “Mikelanj etkisi” adını vermişti. Bu tabirle kastettiği şey de hayat arkadaşlarının birbirlerini “yontması” ve bu yolla karşılıklı olarak hedeflerine ulaşmalarını kolaylaştırmasıydı.

Aron ve New Jersey’deki Monmouth Üniversitesi’nden Profesör Gary W. Lewandowski Jr., bireylerin bilgi ve tecrübe biriktirmek için ilişkilerden nasıl yararlandığını inceledi. Onlar bu sürece “benliğin açılımı” diyor. Araştırmalara göre, insanlar “benlik açılımı” yaşadıkları ölçüde ilişkilerinden tatmin duyuyor. Lewandowski araştırma için bazı sorular geliştirmiş. Örneğin, hayat arkadaşınızla olmak yeni şeyler öğrenmenize ne kadar katkı sağladı? Hayat arkadaşınızı tanıyınca ne kadar daha iyi bir insan oldunuz? Lewandowski’nin belirttiğine göre, benlik açılımı ilişkilerin daha uzun ömürlü olmasına yarayabiliyor. “Kendinizi geliştirmek istiyor ve bu konuda hayat arkadaşınızdan destek bekliyorsanız demek ki onu önemli bir konuma getiriyorsunuz. Üstelik hayat arkadaşınızın benlik açılımına yardımcı olmak sizin açınızdan da son derece tatmin edicidir” diyor Lewandowski.

Flörtleri sayesinde yeni deneyimler yaşayan insanların buna niçin çok sevindikleri böylece açıklığa kavuşuyor. Bireyler hayat arkadaşlarının yardımıyla türlü yollardan gelişir. Örneğin, yeni arkadaşlarla tanıştırılır, bir sohbet sırasında yeni bir restoranı veya haberlerdeki hayret verici bir olayı öğrenirler.  


Ben Seninle Daha Fazlayım!

Benlik açılımının etkisi özellikle insanlar ilk âşık olduğunda bariz olarak görülüyor. Araştırma çerçevesinde, Santa Cruz’daki California Üniversitesi’nden 325 öğrenciyle 10 hafta içinde beş kez anket yapılmış. Onlara, “Bugün kimsiniz?” diye sorulmuş ve kendilerini anlatmaları için üç dakika verilmiş. Ayrıca âşık olup olmadıkları dâhil, hayatlarındaki son gelişmeler de sorulmuş. Âşık olduğunu belirten öğrenciler kendilerini anlatırken öncesine göre daha zengin bir sözcük dağarcığı kullanmış. Yeni ilişkileri sayesinde kendilerine daha geniş bir açıdan bakmaya başlamışlar.

Araştırmanın yazarı Aron, “Daha önce size yabancı olan birini varlığınıza katıyor ve bir anda birçok sosyal role ve kimliğe sahip oluyorsunuz. İnsanlar âşık olduğunda bu süreç çok hızlı işler ve müthiş coşku verir” diyor. Uzun süreli ilişkilerin bireye sağladığı kazanımlar zaman içinde genellikle soyutlaşır. Örneğin, esprili veya yaratıcı bir eş bu özelliğe sahip olmayan bir insana yeni bir şey katar. Gönüllü faaliyetlere katılan bir eş, işte uzun saatlerini geçiren birisi için yeni sosyal fırsatlar yaratır.

Başka araştırmaların gösterdiğine göre de eşler uzun vadede birbirlerinin huylarını alıyor. Bunun bir sonucu olarak aralarındaki farkları görmekte veya hangi özelliğin aslen hangi eşe ait olduğunu hatırlamakta zorlanıyorlar. Bu, çiftlerin evlilik süreci içinde kendi özelliklerini kaybettikleri anlamına gelmiyor. Aksine, onların bu süreçte geliştiğini gösteriyor. Eskiden kendileriyle ilgisi olmayan etkinlikler, huylar ve davranışlar artık hayat tecrübelerinin ayrılmaz bir parçası oluyor. Bunların hepsi, çiftlerin uzun vadede ne kadar mutlu olduklarının iyi bir göstergesi.

Aron ve meslektaşları, yedi adet ikişer daireden oluşan bir ölçek geliştirmişler. Bunların ilkinde daireler yan yana duruyor. Sonrakilerde daireler giderek birbiriyle örtüşmeye başlıyor ve sonuncusunda neredeyse üst üste geliyor. Çiftlerden, ilişkilerini en iyi temsil eden daireyi seçmeleri istenmiş. Evliliklerinden sıkılan çiftler daha çok birbirinden ayrı duran daireleri seçmiş. Birlikte yeni ve ilginç deneyimler yaşayan çiftlerse örtüşen daireleri daha çok tercih ediyor ve ilişkilerinden daha az sıkıldıklarını belirtiyor. Lewandowski, “İnsanların gelişmek ve kendine bir şey katmak gibi çok temel bir motivasyonları var. Eğer hayat arkadaşınız daha iyi biri olmanıza yardım ediyorsa siz de ilişkinizde daha mutlu olur ve daha büyük tatmin duyarsınız” diyor.

EVLİLİK TESTİ

Gary W. Lewandowski, tüm bu araştırmaların bulguları sonucunda, bir evliliğin sürdürülebilirliğini ölçen bir test hazırladı.

Testte sorulara 1 ila 7 arasında, “çok fazla değil”den, “çok fazla”ya doğru değişen skalada cevap vermek gerekiyor.

–  Partnerinizle beraber olmak, ne kadar sıklıkla sizin için yeni deneyimler yaşamak anlamına geliyor?
–  Partnerinizle beraberken, onun sayesinde çevrenizde olup bitenlere karşı daha büyük bir farkındalık hissediyor musunuz?
–  Partneriniz, yeni şeylerin üstesinden gelebilme kabiliyetinizi ne kadar arttırıyor?
–  Partneriniz, nasıl biri olduğunuz konusundaki farkındalığınızın artmasında ne kadar etkili?
–  Ne kadar sıklıkla partnerinizi, yeni yetenekler geliştirmenizin bir yolu olarak görüyorsunuz?
–  Partnerinizin kişisel güçleri (yetenek, beceri vb.), ne kadar sıklıkla sizin kişisel zayıflıklarınızı telafi ediyor?
–  Ne kadar sıklıkla partneriniz sayesinde daha geniş bir perspektife sahip olduğunuzu düşünüyorsunuz?
–  Ne kadar sıklıkla partnerinizle beraber olmanız yeni şeyler öğrenmenizle sonlanıyor?
–  Partnerinizi tanımak sizi ne kadar daha iyi bir insan yapıyor?
–  Partneriniz bilginizi ne kadar arttırıyor?

DEĞERLENDİRME

60 ve üstü: Birçok yeni deneyim kazanıyor ve ilişkinizin bir getirisi olarak yeni hedeflere ulaşıyorsunuz. Sürdürülebilir ve mutlu bir ilişkiniz var.
45-60: İlişkiniz hayatınızda ortalama gelişmeler ve yeni deneyimler sağlıyor. Birçok şeyi daha iyi hale getirebilirsiniz.
45’in altında: İlişkiniz size bilginizi arttıracak ya da daha iyi hissetmenizi sağlayacak olanaklar sağlamıyor. Partnerinizle, ilişkinizi geliştirebilmek için yeni deneyimler paylaşmalısınız.

Kaynak: Sabah New York Times

http://www.sciencedaily.com/releases/2009/12/091216144143.htm

http://faculty.wcas.northwestern.edu/elifinkel/documents/47_RusbultFinkelKumashiro2009_CDir.pdf

http://www.nytimes.com/2011/01/02/weekinreview/02parkerpope.html

Tek Bildiğim İz Bırakmak İstediğim!

Etiketler

, , ,

THE SCREAM, Edvard Munch

1834 yılı bir pazar öğleden sonrası… O gün genç Danimarkalı bir kafede oturmuş purosunu içerken dünyaya hiçbir katkıda bulunmadan yaşlanmakta olduğu gerçeğini düşünmeye başlar. Birçok arkadaşını düşünür:

…bazıları trenyolları, bazıları otobüs ve gemilerle, diğerleri telgrafla, bir kısmı bilmeye değer her şeyin kolayca anlaşılabilir özeti ve kısa ifadesiyle hayatı daha kolay hale getirerek insanlığa nasıl yardım edeceğini bilen çağın iyilikseverleri…

Purosu söner. Genç Damimarkalı, bir puro daha yakıp düşünmeye devam eder. “Sen de bir şey yapmalısın…..” *

Varoluşculuğun öncülerinden Sören Kierkegaard, içinden gelen bu itkiye cevap bulmanın peşine düşmüştü. Psikoloji bilimine katkılar sağlamış pek çok değerli isim, en üst ihtiyaç düzeyi olan kendini gerçekleştirme ihtiyacı üzerine oldukça kafa yordu. İnsanoğlunun kendini gerçekleştirmek için çabalaması, kendilerini içlerindeki potansiyeli gerçekleştirmeye adamaları gerektiği inancı, insanlık tarihinin en etkin katalizörü oldu.

Kendini Gerçekleştirmek Ama Nasıl?

Çeşitli özelllikler ile doğan insanlar arasında, sahip olduğu içsel motivasyonla, ekonomik güven ile sevilme ve sayılma ihtiyacını aşan bir yoğunlukta iz bırakma ihtiyacıyla davranışları fitillenenler olur.

Sakarya Üniversitesi’nden Prof.Dr.Ramazan Abacı, bu tip insanları uç insan olarak nitelendiriyor ve ekliyor: “Kendini gerçekleştirme ihtiyacı olanlar sürekli daha iyiyi daha güzeli üretmek ister ancak hepimizde iz bırakma ihtiyacı olmasına rağmen bazılarımız o düzeye ulaşabilir. Toplumun yaklaşık yüzde 5’lik bir kesimini oluşturan bu insanlar dışadönük yapıdadırlar. Soyut düşünmeye ve hayal kurmaya eğilimleri vardır. Yaratıcıdırlar. Peki bu insanları nasıl tanırız? Toplumda isim yapmışlardır ve tanınan simalardır. Ataşehir’de yaptığı bir binanın üstüne adını yazdırabilir. Şunu belirtmek gerekiyor ki bu ihtiyaçla harekete geçen kişiler yapıcı da olabilir zarar da verebilir. Ancak en kötü şey arkana döndüğünde bir şey kalmayacağını bilerek yaşamaktır. Hiçbir şey yapmamak ciddi bir tehlikedir. Bana göre 20.yy’ın mimarlık alanındaki en önemli isim olan Frank Wright’a- atom teknolojisinden etkilenen, kübizmi inşaata aktaran, Tokyo’daki Imperial Otel’in yapımını üstlenen yapan isim – 83 yaşında iken yaptığı en büyük eserin ne olduğu sorulduğunda verdiği yanıt, bir sonraki eseri olduğudur.”

Psikiyatrist Irvin D.Yalom bu ihtiyaca şu şekilde değinir. “Tıpkı suya atılan taşın oluşturduğu halkalar gibi bizler de yaşarken bir şekilde etrafımızı etkileriz. Bir şekilde yaşamaya devam edeceğimizi, unutulmayacağımızı bilmek bizi mutlu eder.”

Sen Ürettikçe Benim Üretmediğim Ortaya Çıkıyor

İnsanlar için en doğal olarak değerlendirilmesi gereken bu ihtiyaç giderildiğinde ardında bıraktıkları konusunda neler söyleyebiliriz? Vizyon sahibi olmak şeklinde değerlendirdiğimiz hep bir adım sonrasına konsantre olan bu özel insanlar, kimi zaman eleştirdiğimiz üretimler yapsalar da rakiplerini kamçılayarak harekete geçirme gücüne sahipler. Risk almaya bağışıklık kazanmış, gelen eleştiriler karşısında yollarına devam etmeye kodlanmış bireyler, Abacı’ya göre kimi zaman da çevreleri için tam bir rahatsızlık kaynağı. Devrimci ruha sahip bu insanlar ürettikçe diğerlerinin diğerlerinin yetersizliklerini belirginleştiriyor ve şu mesajı veriyor: Sen üretmiyorsun! Bu rahatsızlık hissi diğer atıl güçlerin aktive olması için de önemli bir itici kuvvet.

Toplumun Boğucu Etkisi

Abraham Maslow, toplumu kendini gerçekleştirmeye engel olarak görürdü çünkü toplum sıklıkla bireyleri eşsiz kişisel gelişimlerini bırakmaya ve kişiye uymayan sosyal rolleri ve boğucu gelenekselliği kabul etmeye zorlamaktaydı.

Yalom, yanyana konmuş iki resmi gördüğü bir kitaptan bahseder. Resimlerden biri çocukluk coşkusu, masumiyetin doğallığı ve tazeliğiyle birbiriyle oynayan çocukları gösterir, diğer ise tutacaklara ve direklere asılan New York metrosu yolcularının boş ifadeleri ve alaca gri yüzlerine aittir. İki resmin altında bir yazı vardır: Ne oldu?

*Varoluşçu Psikoterapi /Irvin D. Yalom

Yazan: Özlem Duygu Çil

Kararlarımızı Alırken Ne Kadar Bilinçliyiz?

Etiketler

, , ,

Psikoloji bilimi her geçen gün davranışlarımızı şekillendiren dış etkenler ile gizemli içsel mekanizmamızın etkileşimine dair yeni keşifler yapsa da hala cevaplanmayı bekleyen çok soru var. Bu sorulardan biri de kararlarımızı nasıl aldığımız ve farkında olmadığımız hangi uyaranların bizlerin tercihlerini yönlendrdiği…

İnsanlar fizyolojileri, zihin ve duygu durumlarının birlikteliği neticesinde belirli amaçları gerçekleştirmek üzere davranışlarda bulunurlar. Sahip oldukları bilgi ve farkındalıkları ile problemlere çözüm üretebilir, bir durum karşısında özgün stratejiler geliştirebilir, olaylar karşısında kontrol sağlayabilir, önemli kararlar alabilirler.

Ancak ya farkındalığın ötesi…? Sergilenen davranışlar ve alınan kararlarda etkin olan ancak kişilerin bihaber olduğu olgular var ki bu hür irade anlayışına çelme takıyor.

Bizler günlük hayatta alışveriş yaparken, çalışacağımız işyerini veya partnerimizi seçerken, belirli anlaşmalar imzalarken aslında hangi gizli tetikleyicilerin etkisinde kararlar alıp uygulamaya geçiyoruz?

Neden Bu Ürünü Satın Alıyorum?

2005 yılında Journal of Consumer Research’da yer alan bir çalışma bu sorulara net bir yanıt veremese de alışveriş yaparken hangi markayı neden tercih ettiğimize yönelik ilginç bir saptamada bulunuyor.  Bizi belirli bir marka veya ürünü satın almaya iten ve farkında olmadığımız gizli tetikçilerden sadece birinin ele alındığı araştırma (Brendl, Chattopadhyay, Pelham, & Carvallo, 2005) [1] pazarlama bilimini de yakından ilgilendiriyor.

Çay örneğini ele alan bu çalışma belirli koşullar altında(ürün ve marka hakkında bilgi sahibi olmasalar da) kişilerin kendi isimlerde yer alan harfleri içeren markaları tercih ettiklerini gösteriyor.

Bu Çay Bir Başka!

Araştırma için 2’şer kişilik gruplar halinde katılan kişilere sunulmak üzere farklı 20 çay ismi hazırlanmış. Bunlardan 18 tanesi “Mataku” ve “Somuta” gibi Japonca isimlerden oluşturulurken, geri kalan 2 çay çeşidine ise katılımcıların adlarından üretilmiş ürün isimleri verilmiş. Bu isimler katılımcının adlarının ilk üç harfinin arkasına “oki” eklenerek yaratılmış. Örneğin, Elisabeth isimli bir katılımcının önüne konan çaylardan biri “Elioki” şeklinde isimlendirilmiş.

Katılımcılara 20 çay çeşidinden sadece 2 tanesinin seçilerek içilebileceği belirtilmiş. Bu kişilere istedikleri taktirde seçtikleri 2 çay çeşidinden birini evlerine götürebilecekleri bilgisi de verilmiş.

2’şer kişilik gruplar halinde yapılan araştırmada katılımcılardan birine çay markalarının isimlerinin yer aldığı kartlar hazırlanması istenmiş. Ancak kartlar hileli olduğundan her durumda katılımcıların isimlerinin(kendileri ve partnerlerinin isimleri) yer aldığı kartları seçmeleri sağlanmış. Ardından seçilen çaylar demlenirken katılımcıların özsaygılarını yükseltmeye yönelik bir minik proje tamamlamaları istenmiş. Bu sayede katılımcıların kendi isimlerinin yer aldığı isim kartını seçecekleri düşünülmüş.

Çaylar hazırlandıktan sonra katılımcılar ürünleri tatmış ve eve götürecekleri çayı seçmişler. Tercihleri sonrasında, kişilere neden o çayı seçtikleri sorulmuş ve araştırmanın niyeti kendilerine açıklanmış.

Çalışmanın sonuçlarına göre katılımcılar kendi adlarının ilk üç harfini içeren marka isimleri ile etiketlenen çayları (yüzde 64), partnerlerinin adlarının ilk üç harfini içeren marka isimlerine (yüzde 36) göre daha fazla tercih etmişler.

İlginç olan ise bu oranların ötesinde katılımcıların seçtikleri çayları neden seçtiklerini dair net bir açıklama yapamamış olmaları.

[1] Brendl, C. M., Chattopadhyay, A., Pelham, B. W., & Carvallo, M. (2005). Name letter branding: Valence transfers when product specific needs are active. Journal of Consumer Research, 32(3), 405–415.

Yazan: Özlem Duygu Çil